Yılmaz Hukuk Bürosu; çeşitli alanlarda uzmanlaşmış ve işinde özverili avukatları ile toplumun geniş bir kesimine hitap etmekte olup, müvekkillerine daha iyi ve kaliteli bir hizmet sunmak için....
Detaylı İnceleTEORİ VE PRATİK AÇISINDAN BASIN HUKUKU MÜLAHAZALARI - 19.10.2015
Ülkemizin değişken ve dönüşken yapısı, son yıllarda gösterdiği farklılaşma eylemlerine maalesef hukuku da dahil etmiş, bu değişken ve dönüşkenlik kişilerin ve kurumların mağduriyetlerine sebebiyet vermiştir. Biz hukukçular, bu konunun en büyük şahitleri ve bu konudan belki de en derin üzüntü duyan kesimiz. Bizzat şahsım, kurulduğu zamandan beridir bir gazetenin hukuk müşavirliğini yapmaktayım ve bu bağlamda vekilliğini yürüttüğüm gazete özelinde size naçizane Basın Hukuku ile ilgili teori ve pratikteki bir kısım durumları arzetmeye çalışacağım.
Öncelikle olaya teorik yönden bakmakta fayda var.
Yazılı medyada, hukuki ve cezai sorumluluk olmak üzere iki yön var.
Basın Kanunu’nun 16 maddesine göre; “Basılmış eserler yoluyla işlenen fiillerden doğan madde ve manevi zararlardan dolayı süreli yayınlarda; eser sahibi ile yayın sahibi ve varsa temsilcisi, süresiz yayınlarda ise eser sahibi ile yayımcı, yayımcının belli olmaması halinde basımcı müştereken ve müteselsilen sorumludur”hükmü vazolunmuştur. Burada net bir şekilde sorumluluklar düzenlenmiş olup, yaşadığımız örneklerden yola çıkarak avukat meslektaşlarımızın bu konuda ciddi hatalarıyla muhatap kaldığımızı belirtmek isterim. Yanlış kişiye açılan basın yoluyla maddi/manevi tazminat davalarında, usulden red nedeniyle davalı vekalet ücreti ödemek zorunda kalındığı çok sayıda örnekler mevcuttur. Genel olarak, özellikle manevi tazminat davalarının kısmen reddi uygulaması da son derece sık karşılaştığımız bir durum olmakla, hem esas hem usulden red olduğu için, iki ayrı vekalet ücreti davacılar yönünden sorumluluğa yol açmaktadır. Avukat meslektaşlar açısından sıkça rastlanılan, haklı iken haksız duruma düşülme eleştirisinin basın davaları yönünden usuli bilgi eksikliğinden kaynaklandığı görülmektedir. Bu noktada, davayı ikame ederken, kim eser sahibi, kim yayın sahibi, künyede kimin adı yazılı, eser süreli mi süresiz mi, gibi bir çok teknik noktanın dikkatle değerlendirilmesi ve davanın buna göre ikame edilmesi, meslektaşlarımız açısından son derece önemlidir. Burada bilinmesi gereken bir diğer husus da, zararı doğuran fiilin gerçekleşmesinden sonra yayının el değiştirmesi halinde, devir eden ve devir alanın zarardan müşterek müteselsil olarak sorumlu olduğudur.
Cezai sorumluluk halinde ise, durum biraz daha nettir. Ceza hukukumuzdaki şahsilik prensibi, Basın Hukuku’nda da geçerli olup, süreli yayınlarda cezai mesuliyet eser sahibine aittir. Bu konunun istisnası olan durumlar, eser sahibinin belli olmaması, suç tarihinde cezai ehliyete sahip bulunmaması, Türkiye’de yargılanmasının yurt dışında bulunmak gibi nedenlerle mümkün olmaması ve verilecek cezanın, eser sahibinin başka bir sabıkasından dolayı etki etmeyecek olması hallerinde sözkonusudur. Bu durumda, sorumlu müdür ve sorumlu müdürün bağlı bulunduğu yetkili sorumlu olur. Genellikle basın kuruluşlarının hemen hepsinin künyesinde sorumlu müdürün kim olduğu belirtilmiştir. Sorumlu müdürün yayının yapılmasına ispatlanabilecek şekilde engel olmaya çalıştığı durumlarda sorumlu müdürün cezalandırılamayacağı yönünde hüküm de mevcuttur. Belki de ceza hukukunun genel prensiplerinden olan suçta ve cezada şahsilik prensibinin delindiği nadir mevzulardan birisi de basın hukukudur. Suçu işleyen sorumlu müdür olmasa da suçtan cezalandırılan bu kişidir.
Basın hukukunun diğer bir bölümü ise tekzip hukukudur. Tekzip konusunun başlı başına çok ayrıntıları ve şekil şartları olması hasebiyle yazımda bu ayrıntılara girmeyeceğim. Zira yazının ana başlığı olan pratikteki Basın Hukuku konusunun ehemmiyeti ve yazıyı teorik bilgiye boğmamanın, biraz da işin pratik boyutunun değerlendirilmesi noktasında şahsi olarak tercih ettiğimi belirteyim.
Pratik açıdan Basın Hukuku deyince, üzülerek belirtmek isterim ki ülkemizde son yıllarda yaşanan siyasi süreç maalesef bu konuya da tümüyle sirayet etmiş olup, Anayasal ve Uluslararası sözleşmelerle bağlı bulunulan mevzuatlar çok kolay alaşağı edilebilmiştir. Belki bir kısım meslektaşların bilmediği bir husus olabilir diye belirtmek istiyorum. Her adliyede, özellikle çok sayıda Asliye Ceza Mahkemelerinin bulunduğu adliyelerde 2. Asliye Ceza Mahkemeleri münhasır yetkili basın mahkemeleridir. Bazen Cumhuriyet savcılarımızın dahi bu hususu atladıklarına ve iddianamelerin gönderildiği başka mahkemelerden yetkisizlik kararı verilerek dosyaların 2.Asliye Ceza Mahkemelerine iade edildiğine defalarca rastladım. Bu kısa bilgiden sonra, adliyelerin 2. Asliye Ceza Mahkemelerinin öneminin daha iyi kavrandığını düşünüyorum. Burada görev yapan hukukçu meslektaşlarımızın omuzunda, bir ülkenin basınının özgür olabilmesi ile ilgili ciddi bir yük olduğu hepimizin malumudur.
Basının haber verirken kendisini özgür hissetmesi, hem kamunun haber alabilmesini, hem de ülkenin özellikle uluslararası arenada imajını etkileyen çok mühim bir noktadır. Bunu gören kanun koyucular, basının haber verirken görünürdeki gerçekliğe uygun haber yapmasının önünü açmış, kesin doğruluk kriterini aramamıştır. Kesin doğru istenilse belki de süreli basının haber sunabilmesi imkansızlaşacak, basın mefhumu ortadan kalkacaktır. Bir de kamunun haber alması, ilgi ve algısının olduğu konuların haber konusu yapılması; cesaretin kırılmaması gereken, aksine teşvikin olması gereken hassas bir noktadır. Hal böyleyken, münhasır yetkili mahkeme hakimlerinin, basın özgürlüğünün ve haber alma hakkının olabilecek en geniş düzeyde sağlanmasını teminle görevli olduğu, çağdaş ve demokratik hukuk devletlerinin yadsınamaz gerçekliğidir. Üzülerek belirtmek isterim ki, ülkemizin değişken ve dönüşken yapısı, son yıllarda gösterdiği değişik eylemlerine maalesef hukuku da dahil etmiş, basını özgür kılmak bir yana, ülkemizin sayılı ve seçkin gazetecilerine, yazıları nedeniyle sık sık mahkumiyet verilir hale gelmiştir. Çok da uzak olmayan geçmişte, tek celsede verilen beraat kararları, benzer olaylarda, yerini sürekli ve üstüste verilen mahkumiyet kararlarına bırakmış, maalesef basın camiasında, kararı veren hakimlerin siyasi görüşleri ve geçmişleri merak edilir olmuştur. Özgür basını korumakla görevli hukuk, basının özgürlüğünü kısıtlamaya çalışır hale gelmiş, bu noktada ülke basın davaları açısından mahkumiyet sarmalına sokulmuştur. Düşünce özgürlüğünün kamuya açık alanı olan basın, bu gidişle düşünceyi mahkum etmenin yasal zemini olacaktır.